travestipedro | Blog Travesti - istanbul travesti ankara travesti - Part 91

Mağdur Edilen Travesiler

İstanbul Travestileri zapturapt altına almayan çalışan polis sürekli taktik değiştirerek, farklı cezalandırma yöntemleri kullanarak travestilere hayatlarını zehir ediyor. Olmayan fuhuş mücadele komisyonların toplantı kararları, kabahatler kanununa göre ödeyemeyecekleri para cezalarına mahkûm edilerek yaşamların diyetlerini ödemeye mahkûm ediliyorlar.

Türkiye’de özellikle Ankara’da travestileri örgütlenmeye başlaması ve Pembe Hayat derneğinin kurulması da benzer bir mağdur hikâyesi. Buse Kılıçkaya ve Selay Tunç 2005 yılında Kaos GL’ye geldiler. Taksiye bir arkadaşlarına giderken, polisin yollarını kestiği ve arabadan zorla indirerek, gereksiz yere gözaltına almaya çalıştığından şikâyet ederek ne yapabiliriz diye sordular. “Örgütlenmek” dışında bir yol bilmeyen biri olarak, “örgütlenebiliriz” demiştim.

İşte, Pembe Hayat Derneği böyle kuruldu.

Tabiî ki Buse’lerin şikayeti ciddiye alınmadı, polislere mukavemetten ise dava açıldı. Sonuçta beraat ettiler. Ancak bu kavga burada bitmedi. Pembe Hayat Derneği içinde travestileri örgütlenmeye ve örgütlü bir şekilde polisten şikâyetçi olmaya başladıkça polislerin kini de nefreti de artmaya devam etti.

Daha ki 2010 yılında 17 Mayıs yürüyüşü sonrasında Buse, Selay ve arkadaşlarının arabasının yolu kesilene kadar. Hiçbir gerekçe göstermeden, keyfi bir şekilde arabadan inmeleri gerektiği söylenen travesti arkadaşlar, neden arabadan inmeleri gerektiğini anlamaya çalışırken, polisin biber gazı ve işkencesine maruz kaldılar. Sadece arabadaki travestiler değil, o olayda travesti arkadaşlarına destek olmayan giden Kaos GL ve Pembe Hayat’tan yaklaşık 30 kişi de aynı kötü muameleye ve işkenceye maruz kaldı. Ve 2010 yılında Homofobi Karşıtı Buluşmaya travestilerin keyfi olarak gözaltına alınması damgayı vurdu.

Polisin Bağlar Caddesi’nde yarattığı terörden bizlere geri kalan bir tek cümle vardı, “Buse’ye vurun”…

Evet, 2005 yılından 2010 yılına 5 yıldır örgütlenen travestilerin mücadelesinden polisin öğrendiği tek bir şey vardı. Buse’nin örgütleyici kimliğini kendine tehdit olarak görüyordu. 17 Mayıstan bir ay sonra gene Buse, Selay, Naz ve polis karşı karşıya geldiler, keyfi gözaltı, kabahatler kanunu ile karşı karşıya kaldılar. Dava Ekim’in son haftasında son buldu, Pembe Hayat Derneği başkanı Buse Kılıçkaya polise direnmek sucundan hapis cezasına çarptırırdı. Buse’ye birlikte yargılanan iki travesti arkadaşımız Selay ve Naz da bu suçu beş yıl boyunca bir daha işlememek suretiyle beraat ettiler. Buse hukuki mücadelesine devam ediyor, cezaya karşı çıktı.

Muhtemelen bu polis-yargının travesti zapturapt altına almak için kullanacağı yeni taktik olacak. Bütün travesti bir kere de olsa polise direnmek suçundan yargılanacak ve bu yargılanma sonucunda polise direnmeme koşulu ile 5 yıllığına özgürlüklerine ipotek altına almış olacaklar.

Bu mücadeleye ise LGBT örgütler dışında herkes kendi meşrebince yaklaşıyor. En iyi ihtimalle herkesin üç maymunu oynadığı bir süreçteyiz.

Yukarıda yazdıklarım kötü bir film senaryosu değil veyahut sonunu sizin tamamlamanızı istediğim bir hikâye değil. Biz mücadele etmeye devam edeceğiz, insan haklarının kazanması için mücadele edeceğiz. Travesti kimlikleri nedeniyle “suçunuz travesti olmak” diye tutuklanmasına karşı özgürlüklerimiz için mücadele etmeye devam edeceğiz. Trans kimlikleri yok sayamazsınız, suçlu ilan edemezsiniz, transları mağdurlaştırmanıza izin vermeyeceğiz!

Travestiliğe Düzcinsel Bakış

“Batı’da okuyan kız punk kültüründen beslendiği halde eşcinsellik karşısında yıkılıyor; ben en çok bu kısımda güldüm. Sayın Kulin’in konuya ne kadar hakim olduğu bir tek buradan bile belli.”

Küçük İskender yazdı

“Eşcinsellik bir aile sırrı, bir kültür sırrıdır Ortadoğu’da. Deşifresi linç ve öfke doğurur; çünkü seksi bir saldırı biçimi, bir otorite dili gibi kullanan erkekleri yüzünden iletişim çoktan kopmuştur.”

Ben bir klasik müzik konseri sahnesinin bir rock festivali sahnesinden farklı düzenlenmeyeceği günleri tasavvur ederek yazıyorum; ışıkların, barkovizyonun desteklediği bir atmosfer. Çünkü uzaya gitme çabasının da aslında derinlerden su yüzüne çıkma uğraşı olduğunu biliyorum; havanın da başka bir deniz olduğunu görmüş bulunuyorum epeydir. Havanın dışına çıkarsak nefes alabileceğiz. Nefesimiz anlam kazanacak, şuuru açılacak. Boşluk diye korktuğumuz şey, teslim alırken teslim olduğumuzu görmekten, o an hissettiklerimizden ne kadar ötede ki?!

Yahut yanılgılarımızın temel doğruları temsil etmediğini, bütün bir tarihin dayatmalarının algı yanılmalarına, algı kaymalarına yol açmadığını kim iddia edebilir: Acımanın dönüştüğü ilgide baş gösteren şefkat ve sahiplenme, hakları koruma yahut bir durumu, bir var oluş biçimini kurtarma timi kurma telaşı bazen üstünkörü olabiliyor. Üstünü kör gözlerle gören alttaki yapıyı hangi duyu organlarıyla biçimlendirecektir?

Yazarlar kendilerini bazen komple sporcu sanabiliyor açıkçası: örneğin iyi futbol oynuyorsam iyi de yüzerim, hatta eskrimde de başarılıyımdır, halter ve buz hokeyinde de madalyalarım var gibi. Bu özgüvenle her alanda kalem oynatmak ya da klavye tıklatmak, hoşgörünün neden olduğu travmaları daha zor patolojilere sürüklemiyor mu? Hele meseleniz kapalı, muhafazakâr, önyargılı, infazı seven bir toplumun yargıladığı bir mecrada aşk ise, siz bu mecranın sadece seyircisi iseniz ve bugüne kadar bu mecrada olup bitene tepki / destek vermemişseniz, ne diye birdenbire merakınız bu yöne kayar?!

Eşcinsellik bir aile sırrı, bir kültür sırrıdır Ortadoğu’da. Deşifresi linç ve öfke doğurur; çünkü seksi bir saldırı biçimi, bir otorite dili gibi kullanan erkekleri yüzünden iletişim çoktan kopmuştur. İran’la bu topraklar arasındaki fark, eşcinsellerin halka teşhir için meydanlarda asıldığı vinç kadardır sadece. Bu topraklarda travestiler, transseksüeller öldürüldü mü insanlar bayram yapar. Ve siz yazdığınız romanda bir eşcinseli yükselme hırsı içinde, dini imanı para ve şöhret olan, marka meraklısı, âşık da olsa başkalarıyla yatarak bedensel hazlarına tutsak düşen bir kurban, tasarladığı edebi metinde kendi hayatını ortaya koyarak diğerlerini de yakan biri diye gösterirseniz ve kurtuluşu intiharsa, cinayetse, eşcinsellikle tanışması illaki çocukken tecavüze uğraması ise, durum vahimdir. Şüphesiz, her cinste olduğu gibi eşcinsellerin arasında da böyle düşünenler, böyle bir hayattan gelenler vardır; ancak, siz eşcinselliği romanınızın odağı yapıyorsanız, romanınızın ana kahramanı erkek o güne dek bu tür bir yönelimi yokken birdenbire bir gay’e tutuluyorsa, siz bir eşcinseli değil bir “ibne”yi anlatıyorsunuzdur içten içe. Aile yıkan, ahlaki değerleri altüst eden bir felaketin ateşleme fitili! Size bu hakkı kimse vermediği halde ‘severim de, döverim de’ edasıyla, eşcinsel dünyasını ‘bir arka balkonu kapatmak’ yahut ‘gay club’a takılmak’la sınırlandırmak, araya biraz Doğu’da queer sıkıntısı, töre, din baskısı ve İslami siyasi yapı katarak kitabı ‘memleketleştirmek’ bu telaş içersinde ‘ofis ile büro’yu, restoran ile lokanta’yı’ aynı ya da yakın cümlelerde kullanmak, böylelikle popüler kültüre, çok satanlara hizmet etmek sıkıntılıdır.

Ayşe Kulin, Gizli Anların Yolcusu adlı romanında heteroseksüellerin trajik olaylar ve cinsellik çıkmazları içinde bocalayışlarına uzanıyor; akıcı ve yormayan dilini zaten heteroseksüellerin sıradanlığına bağlamak mümkün. Pantolonlarının önünü çözen erkeklerden, eteğini sıyıran kadınlardan ibaret olmayan hayatın içine aniden giren bir eşcinsel, parfümler-çin yemekleri- olana bitene yabancı-çıkılan yolculuklarda duyarsız-köpük banyoları yapan bir süs bebeği güzelliğiyle herkesin evrenini altüst ediyor. Bir dizi film senaryosu tadında, psikolojik derinliği es geçilmiş bir roman. Karakterler havada uçuşuyor: Neden ‘o’ oldukları yok. Bir tek eşcinselin geçmişi hakkında bilgi sahibiyiz; tacizlerden ibaret bir ‘zavallı çocuk’ konumu. Eşcinselliğin eğilim mi, yönelim mi yoksa fizyolojik mi olduğu bir kenara bırakılıp ruhsal çöküntülerin sonucu diye belgelenmesi bir yana ülkede gördüğü eziyet, aşağılanma görmezden gelinmiş. Çünkü amaç heteroseksüel ana kahramanın yıkılış hikâyesine bir darbe de oradan vurmak.

Ayşe Kulin, sahaya yanlış takım sürmüş: Yapay mutluluklarını idame ettirmeye çalışan ebeveyn, iş yerinden bir yasak aşk, ortalıklarda dolaşan kariyer sahibi kadınlar, yurtdışında okuyan bir kız evlat. Bu takım eşcinselliği nasıl anlatabilir: Batı’da okuyan kız punk kültüründen beslendiği halde eşcinsellik karşısında yıkılıyor; ben en çok bu kısımda güldüm. Sayın Kulin’in konuya ne kadar hakim olduğu bir tek buradan bile belli.

Biyografik romanları öncesi yaptığı çalışma bu kere gay club adı öğrenmekle sınırlı kalmışa benziyor. Üstelik o barın adını da birebir vererek bir bakıma ‘ihbar’da bulunması imalı.

Ben kendisine yardımcı olayım; izlemediyse Party Monster (Yönetmen: Fenton Bailey, Randy Barbato), Brooklyn’e Son Çıkış (Yönetmen: Uli Edel) / okumadıysa Yırtıcı Geceler (Cyril Collard), Adınla Çağır Beni (Andre Aciman), Dorian Gray’in Portresi (Oscar Wilde), Corydon (Andre Gide); bunların faydası olacaktır. Tabii, Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin de baştan aşağı, satır satır didik didik okunması iyi olur. Ama asıl film, Sean Matias’ın 1997’de Martin Shaw’ın ünlü tiyatro oyunundan uyarladığı ‘Bent’. Nazi Almanya’sında toplama kampına düşen iki eşcinsel erkeğin dostluğunu, yakınlaşmasını ve şartlar yüzünden platonizmden ötesine geçemeyen aşkı anlatılıyor. Karakterlerden biri (Max) eşcinsel olduğu bilinmediğinden dolayı pembe üçgenli gömleği giymek yerine sadece Musevi işareti taşıyan bir gömlek giymeyi tercih ediyor. Eşcinselliği gururla taşıyan ve o durumda eşcinseller dışında başka bir gruba dahil olmanın pek bir avantajı olmayacağını fark eden Horst ise asla gururundan ödün vermiyor. ‘Gerçekten söyleyecek bir şeyi olan, eşcinsel onur üzerine semboller ve kafa yormayı gerektirecek diyaloglar içeren bu film izlenmesi gereken klasikler arasında. Ancak filmin amacı izleyicileri ağlatmak değil, eşcinsellerin Nazi Almanya’sındaki durumunu gözler önüne sermek ve Nazi toplama kamplarındaki zulmün her tür azınlığa ayrım gözetmeden uygulandığını göstermek.’ deniyor yorumlarda.

Belki Nazi Kampı ile bir ülkeyi karşılaştırmak fazlaca ağır, ama eşcinseller için zaman ve toprak gözetmeksizin hâlâ bir toplama kampı işkencesi yaşatıldığı aşikâr.

Yıllar önce topluca katıldığımız bir etkinlikte, Bandırma olabilir, Sayın Kulin tüm ısrarlara karşın o gece orada konuk kalamayacağını, diş fırçasını bile yanına almadığını söylemişti görevlilere. Yakınındaydım. Duydum. Bu derece hijyenik bir yazarın böylesi ‘ters’ bir konuyu sayfalarca yazması ise ciddi bir muamma.

İsminde bile etik endişeler taşıyan Gizli Anların Yolcusu, eşcinsel odaklı edebiyata hiçbir şey katmıyor, hep bilinen mesafeli, iğreti bakışa bir de Ayşe Kulin imzası ekliyor. Hepsi bu.

Travesti, Seks, Hastalık, Ölüm

Eserleri 1980’lerin ortalarında tanınan; ürkütücü, rahatsız edici, düzen karşıtı deneysel metinleri ve kamusal alanda sergilemekten zevk aldığı protez koleksiyonuyla kült bir yeraltı ikonu olan Mario Bellatin, yeni keşfettiğim müthiş bir yazar. İlk kitabı ‘Flores’ten (2004) başlayarak, ‘The Large Glass’ (2007) ‘Chinese Checkers’ (2007) ve 2010 Stonewall Honor Books in Literature ödüllü ‘Güzellik Salonu’nda (2009) grotesk unsurları, hastalıkları, salgınları, bedensel deformasyonları sıkça kullanarak, cinsel kimliğin belirsizleştirildiği alegoriler yaratan Meksikalı yazar, doğuştan gelen bir hastalık nedeniyle büyük bölümünü kullanamadığı sağ kolunu, bu “kusuru”nu, fallik şekillerdeki büyük protez kancalarla her fırsatta görünür kılarak beden sanatını da yaratıyor. Bedenin ve toplumsal cinsiyetin bütünlüğünün bozulmasını, ruhun karanlığındaki fantezileri, sakatlık ve yaraları yazıyla iç içe kılan Bellatin, bir bakıma kendi hayatından yola çıktığı Flores’te doğum kusurlarıyla tıp ve bilim arasındaki dehşetengiz bağlantıları temel alırken, beden ve dejenerasyonu üzerine üç kurmacadan oluşan ‘Chinese Checkers’de yine hastalık, kan, cinsiyet, doğum, ritüel, yaralama, kendini yaralama, grotesk bedenler, seks bağımlılığı temel meselelerdir. Oğlunu sakatlayan bir jinekolog, Hint bilgeleri, Mussolini yandaşları, Sufiler bir aradadır ama Bellatin’in Beckettyen evreni kapalı, baskıcı, dar ve çıkışsızdır. Kitaptaki “My Skin, Luminous” adlı hikâyede Bataille ve Genet geleneğinin izinde sapkın annelik modeli ortaya koyan yazar, annesi tarafından kastrasyona uğrayan bir erkek çocuğu üzerinden annelerin oğullarına karşı kurumsallaşmış gücünü, otoritesini sorgular. Bellatin’in sanatı her şekilde ihlalcidir. Düzen tarafından dışlanmış hisseden marjinal kahramanları, tabuları didikleyen temalarıyla transgressif kurgu yazarları arasında yer alan Mario Bellatin dilimize ilk çevrilen kitabı ‘Güzellik Salonu’nda hastalık, kir, salgın, ölüm, ölümlülük, homofobi, eşcinsellik kavramlarıyla ördüğü hikâyesini, ustalıkla seçtiği mekân (güzellik salonu/ölüm evi) ve anlatı nesnesiyle (hastalık/AIDS) toplumsal ve ideolojik düzene karşı bir hicve dönüştürüyor. Böylece kolaylıkla anaakım popüler anlatılar ya da gey “ucuz roman”lardan biri olup çıkma çekinceleri taşıyan bir hikâyenin sınırlarını genişletiyor. Seksle hastalık ve günah arasındaki bağları yenileyen ölümcül bir simge -AIDS- üzerine kurulu olan roman, kadın giysileri giymekten hoşlanan bir anlatıcının sahip olduğu güzellik salonunun salgın hastalıklardan mustarip, hastanelerde hor görülen ve toplum dışına itilen erkek hastalar için bir ölüm evine dönüşmesini anlatıyor. Kadınlara düzenin saptadığı güzellik normlarına uygun pratikler uygulayan, eril bakışın ve ataerkinin temizlik, estetik ve düzen ideallerine hizmet eden bu mekânın yorumlanışı, AIDS’li erkek hastaların ölmek için geldikleri, çevreyi, ahlâkı ve sağlığı tehdit eden kokuşmuş bir salgın evine evrilince değişir. Temizliğin, güzelliğin, ölümsüzlük düşünün ve hijyenin mekânında şeyler yer değiştirmiş; her bir şeyin olması gerektiği yerde bulunup başka hiçbir yerde bulunmama durumu, yani düzenin temizlik vizyonu ihlal edilmiştir. Bir zamanlar güzelliği, gençliği, değişmeyi, temizliği vaat ederken şimdi ölümün, sapkınlığın, hastalığın, kirliliğin, sefaletin ve günahın ta kendisidir. Yok edilmeye, yakılmaya çalışılır; komşular salonun hastalık bulaştırdığından, salgının evlerine kadar yayıldığından yakınırlar. Homokatilleri Çetesi tarafından pek çok gey ve travesti öldürülür, pek çoğu yaralanır ancak bu insanlar hastanelerde ya hor görülürler ya da bulaşıcı hastalık taşıdıkları korkusuyla kabul edilmezler. Oysa bu mekânı ve sakinlerini, “kirli” yapan şey, onların içsel nitelikleri değil, bulundukları konum, temizlik kovalayanların hayalindeki şeyler düzenindeki konumları ve adlandırılışlarıdır. Onları “iğrenç” kılan kirlilik ya da hastalık değil; bir kimliği, bir sistemi, düzeni tehdit ve rahatsız etmeleridir.

AIDS ve gey kurtuluş hareketi
On altı yaşında evden kaçıp yollara düşerek fahişelik yapmaya başlayan anlatıcı, genç yaşında bir güzellik salonu sahibi olur. Müşterilerin kendilerini berrak suyun altındaymış gibi hissedeceği bir ortam yaratmak için salonu türlü renkli balıklarla dolu akvaryumlarla kaplar ki yüzeye çıktıklarında gençleşmiş ve güzelleşmiş olsunlar. Geceleri travesti kılığında sokaklarda seks yapan, rahatlamak için erkeklere özel bir hamama ya da pornografik filmler oynatan sinemalara giden anlatıcı, yaralı bir arkadaşını tedavi etmek için salona yerleştirip bakımını üstlenince, sonunda yönetmek zorunda kaldığı Ölüm Evi’nin ilk tohumları atılmaya başlar. Gelenler yalnızca hastalığa yakalanmış olan arkadaşları değil, büyük çoğunluğu, ölmek için bir yer arayan yabancılardır. Ölüm Evi dışında tek seçenekleri sokakta telef olmaktır. Zamanla hastalığa kendi de yakalanan anlatıcı, kendi ölümünü beklerken hastalara yemek, barınak, giyecek sağlamaya tek başına yılmadan devam eder. Kaçınılmaz sona doğru farkına vardığı bir eşcinsel dayanışması, erkek dostluğu olduğu kadar bir vicdan borcudur onu dönüştüren. Ölümünün ardından ağlayacak birilerinin olmasını da ister. Yara ve kabuklarla dolu, bir deri bir kemik vücudu hamama sık gitmesini engellese de, suçluluk ve süflilik hissetmeden cinsel arzularını dile getirir, hastaları temizler, hatta kimine duygusal yakınlık hisseder, âşık olur.

AIDS sözcüğünü hiç kullanmadan bu hastalığın ve yarattığı söylemin alegorisini yapan Bellatin tüm bu süreci anlatırken ne fark ediş, kabulleniş, coming out süreçlerini açıklamak gibi anaakım stratejilere, ne eski güzel günler retoriğine, ne nostalji histerisine, ne de hastalıkla bir nedensellik ilişkisi kurma alternatiflerine başvuruyor. Hastalar ve anlatıcı, vicdan azabı, pişmanlık, iğrenme duymadan, acıdan şikâyet etmeden, öfkelenmeden, yaklaşmakta olan ortaklaşa ölümü bekliyorlar; doktor, ilaç, alternatif tıp, tedavi, hastalıkla savaş ve hastayı cezalandırıcı meşrulaştırmalar olmaksızın. Ancak AIDS, ironik biçimde yenilenmiş eğitimsel ve ilerici bir cinsel politikanın simgesi haline gelse bile 80’lerden bu yana homofobi, düşmanlık ve ırkçılığın bahanesi olmaya devam ediyor; hastalar modern çağın vebalıları, ahlâki ve cinsel kirliliğin kaynağı olarak görülüyor. Oysa asıl hastalık dilde, ideolojide, yerleşik ahlâki tutumlardadır. Hastalığa ahlâki bir anlam vermekten daha ürkütücü bir şey olamaz. Susan Sontag’ın ‘AIDS ve Metaforları’nda söz ettiği, hastalığı sarmalayan ve tanımlayan metaforların ırkçı, militer ve ahlâki söyleminden olabildiğince dışarıda bir söylem geliştiriyor Bellatin. Ancak ölüm evine -bir zamanlar onları güzelleştirdiği için- kadınların kati şekilde alınmaması konusunda ahlâki bir kısıtlama getirerek, gey kurtuluş haraketinin Stonewall’dan bu yana devam eden cinsiyetçi cemaatleşme, baskın kültür pratiklerine eklemleniyor. Eşcinsellere yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan aynı sistemin ürünü değil midir oysa?

error: İçerik Çalmak Emeğe Saygısızlıkdır . İsteyin Verelim.
ankara travesti | istanbul travesti | istanbul travesti | istanbul travesti