travestipedro | Blog Travesti - istanbul travesti ankara travesti - Part 97

İnkarla İkrar Arasında Zeki Müren

Derya Bengi’nin küratörlüğünde, önce İstanbul’da, sonra da Ankara’da, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılan “İşte Benim Zeki Müren” sergisi, sadece bir sanatçı güzellemesi değildi. Aynı zamanda, yakın Türkiye tarihinin, popüler ve gündelik kültürün, sosyal ve siyasi tarihin resm-i geçidiydi.

Alışıldık sergi formatından farklı olarak, küçük bir sinema salonunda Müren filmleri gösteriliyor, ihtişamlı ve kitsch sahne kostümleri spot ışıkları altında göz kırpıyor, evinden getirilmiş özel eşyaları, birazdan sahibi gelip içine yerleşecekmiş hissi yaratan bir ev dekoru içinde sergileniyordu.

Fotoğraflar, videolar ve eşyalar eşliğinde Zeki Müren’in hayat hikayesine, kariyerine göz gezdirirken, aynı zamanda ekonominin, siyasetin, küreselleşmenin, ahlaki normların, inançların ve hakim cinsiyet rollerinin eğlence sektörü ve medya üzerinde ne kadar etkili olduğunu da kavrama fırsatı veriyordu sergi.

Aralıksız çalan pes perdeden Zeki Müren şarkılarına, 20 yaş üstü herkes içtenlikle eşlik ediyordu. Eşlik ederken de, denk gelirse o şarkının hikayesini okuyor, bestecisinin, güfte yazarının fotoğraflarını görüyordu. Aynı şekilde, sahne kıyafetlerinin etrafına yerleştirilmiş fotoğraflara bakarak, kıyafetlerin sahibine ne kadar yakıştığını, onu ne kadar alımlı hale getirdiğini ve hiç de iğreti durmadığını fark ediyordu.

Yıllar önce Nalan Seçkin’in Bilgi Yayınevi’nden çıkan Zeki Müren biyografisini okumuştum. Fazlaca kontrollü ve yüzeysel bir anlatı olsa da, Müren’in hayatındaki bilinmedik birçok şeyi gözler önüne seriyordu. Yakın zamanda da Radyo Haftası, Radyo Alemi gibi dergileri ve Zeki Müren’in şöhretin doruğunda gezindiği (ki çok uzun bir dönem) zamanların magazinlerini tararken, sergide paylaşılan/ paylaşılmayan birçok anekdot, röportaj, olay ve bunlara ilişkin çarpıcı fotoğraflarla karşılaştım.

Müren, radyo dergilerinin yıldızıydı. Defalarca kapağa çıkmış ve özel ilavelere malzeme teşkil etmişti. Okurların en sevdikleri, en çok görmek ve dinlemek, hayatı hakkında her şeyi bilmek istedikleri şarkıcıydı. Halkın yegane eğlencesinin az sayıda sinema filmi ve radyo olduğu, daha televizyonun hayal bile edilemediği bu yıllarda, yani Elliler ve Altmışlar boyunca Müren, henüz şık ve güzel yüzlü bir erkek görünümdeydi. İnce gravatı, beşuş çehresi, kibar tavırları, gür ve kabarık saçlarıyla, dönemin platin saçlı yıldızları Gönül Yazar, Şükran Özer ile alışılmadık bir samimiyet içinde görülüyordu fotoğraflarda. Ya da uçarı, hayalci ve geleceği parlak bir assolist edasıyla, evindeki büyük radyonun önüne uzanmış; annesiyle dans ederken; kuliste meslektaşlarıyla sohbet ederken veya bir radyo emisyonu sırasında tesadüf ediyorduk O’na. Hatta Radyo Haftası Dergisi, onu “genç kızların pin-up’ı” olarak lanse ediyor ve her fırsatta bir posterini veriyordu.

Yetmişler’le birlikte Zeki Müren’de gözle görülür bir değişim, bir çiçeklenme hali hasıl oluyordu. Sahne kostümleri, aksesuarları, saç tuvaleti, ayakkabıları daha renkli, parıltılı ve iddialı olmaya başlıyordu. Hafif bir makyaj da eşlik ediyordu bu imaj değişikliğine. Bu dönemde de dergilerin ve gazetelerin değişmez yıldızı olmayı sürdürüyordu. Ama bu kez pozlar daha şuh, poz verilen mekanlar büyük otellerin havuzları, sahiller oluyordu. Tanga mayolar bu pozların gözde kıyafetiydi ve adaleli, çekici ve kimisi şöhretli erkekler de pozlara eşlik ediyordu.

Bundan sonraki Zeki Müren, bugünkü imajına bürünüyordu artık. Apartman topuk botlar, çizmeler; tüylü, payetli süper mini elbiseler, şortlar, apoletler. Boyalı, afro saçlar, fosforlu renklerle yapılmış göz makyajı, rujlar, allıklar… Sahne dekorları ise başlı başına haber konusu oluyordu. Tahtlar, asalar, sütunlar ve benzerleri.

Tüm bu abartılı, şaşaalı sahne tecrübesinin, hızlı gece hayatının ve iddialı açıklamaların sisinin dağıldığı anlarda hüzünlü, melankolik bir Zeki Müren’le karşılaşılıyordu.

Sözlerini Behlül Pektaş’la birlikte yazdığı “Mesut Bahtiyar” şarkısı, yıllar sonra Müren’in bu yüzünü görmemizi sağladı: Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim yalnızların yalnızıyım yalnızım dertlilerin dertlisiyim dertliyim aşıkların aşkıyım aşıkım ismim mesut göbek adım bahtiyar yıllarca hep böyle bildiniz siz Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz.

Bir Kemalettin Tuğcu hikayesine dönüştürmeye mahal yok ama Zeki Müren’in de birçok popüler figür gibi sahne ışıkları söndüğünde belirginleşen alacakaranlık hikayeleri olduğunu anlıyoruz. “İşte Benim Zeki Müren” sergisini hazırlayanlar, Müren’in özellikle çocukluğunun ağızda kötü bir tat bırakan yanını fark edelim istemişler. Babasıyla mesafeli ilişkisinin, beklenenden uzun süren çocukluk korkularının, ergenlikte evden uzaklaşmak için karşısına çıkan ilk fırsatı kullanarak yatılı okula yerleşmesinin özellikle altı çiziliyor.

Çocukluğa ilişkin anılar ve anlatılar, Müren’in cinsel kimliğini inşa eden yapıtaşlarının neler olduğunu görelim diye anlatılmış sanki. 6 yaşına kadar altına kaçırdığı ve 10 yaşına kadar anne-babasıyla uyuduğu, pek çok yaşantı içinden çekilip çıkarılmış. Sünnet olduğunda giydirilen sünnet elbisesini çok sevip  bir ay üstünden çıkarmadığına ve sünnet töreninde yalvar yakar, kına yerine oje sürdürdüğüne dikkat çekilmiş.

Kültürümüzde, bir erkek çocuğun ana-babaya uzun süre bağımlı kalması, çocukluk evresinden ergenliğe daha yavaş geçiş yapması hiç de onay gören bir tecrübe değil. Kendi deneyimimden de bildiğim, kültürümüze içkin olan bu ataerkil baskının, çocuk psikolojisi alanında da kabul görüyor olduğu. Bir erkek, çocuk da olsa, hayatının hiçbir döneminde zayıf, korkak ve şefkate muhtaç olmamalı, en azından öyle görünmemeli bu anlayışa göre. Kendi bedeni üzerinde kontrol kuramayan, anne-babaya uzun süre bağımlı kalan bir erkek çocuğun eşcinsel olma ihtimalinin yüksek olduğu, “bilimsel bir gerçeklik” olarak kabul görüyor pedagogların çoğu tarafından. Bu manzara karşısında insan neye öfkeleneceğine şaşırıyor: eşcinselliği bir anomali, bir hastalık olarak gören zihniyete mi; yoksa duygusal ve bedensel zayıflığı/bağımlılığı eşcinselliğin ön koşulu sayan zihniyete mi?

Serginin her köşesinde Zeki Müren’in cinsel kimliğine ilişkin birtakım imalar ve işaretler sarmalıyordu bizi. Bu, “dilimin ucunda, söyleyemem ama siz anlayın” tavrı serginin en büyük fiyaskosuydu. Ama şaşırtıcı değil tabii. Müren’in bütün bir kariyeri, sarkacın bir ucundan diğerine savrularak geçti. Fiziksel görüntüsü itibarıyla alışıldık ve onay gören erkek prototipine asla uymuyordu. Ama hiçbir zaman eşcinsel olduğunu açıklamadı. Yer yer imalarla, esprilerle hemcinslerine duyduğu arzuyu ve hayranlığı dile getirdi ama hemen arkasından “durumu kurtarmak” adına geçmişte kadınlarla yaşadığı aşk ve seks maceralarını gündeme getirdi. Her iki Zeki Müren de her zaman basının iştahını kabarttı. Gün geldi, Müren’den çocuk aldırdığını iddia eden bir eski sevgili çıkarıldı ortaya, gün geldi tabloid bir gazete “Zeki Müren çocuk düşürdü” manşetiyle tiraj patlaması yaşadı. Manşetin hemen altındaki spotta, Müren’in sahnede dolaşarak şarkı söylerken, küçük bir çocuğa çarpıp düşürdüğü açıklaması yapılıyordu.

Tüm popüler figürlerin, dünyanın her yerinde kaderi olduğu üzre, zaman zaman magazinin ağına düşse de, bu memlekette Zeki Müren hep kollandı, korundu, onunla gurur duyuldu, sanat güneşimiz oldu. O da “aykırılığının” kefaretini otoriteye, vesayetçi politikalara bağlılığını yeri geldikçe dile getirerek/göstererek ödedi. Nihai ve toplu ödemesini de mirasını Mehmetçik Vakfı’na bağışlayarak yaptı. Sergide yer alan bir söyleşi videosunda, Türk ordusuna duyduğu minneti kendi ağzıyla da anlatıyordu bize. Vesayetçi politikalara ve kurumlara Türkiye toplumunun geniş bir kesiminin duyduğu bağlılık ve minnete o kadar güveniliyor ki, Zeki Müren sergisinde Mehmetçik Vakfı’nın bağış toplamak için stand açmış olması şaşırtmıyor bizi. Zeki Müren, ölümünden sonra bile güçlü devletin ve ordunun teminatı olabiliyor.

Türkiye toplumunun heteronormativitenin ihlali ile imtihanı Zeki Müren’le sınırlı değil tabii. Zeki Müren hayattayken aralarında tatlı/ekşi bir rekabetin de söz konusu olduğu Bülent Ersoy daha ayrıksı bir örnek. Müren’in tersine, hatırı sayılır bir nefret söylemine maruz kalan, alaya alınan Bülent Ersoy acaba böyle bir serginin ve sevgi selinin öznesi olabilir miydi, diye düşünüyor insan. Ersoy, 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde, transseksüel ve travesti şarkıcılara getirilen sahne yasağını ihlal ettiği için tutuklanıp cezaevine konulurken, Müren’in Mehmetçik Vakfı’na hatırı sayılır bir servet bırakması, ikisi arasındaki farkı biraz daha belirginleştiriyor.

Ersoy’u Müren’den farklılaştıran temel ayrım ise onun biyolojik olarak da erkekliği terk etmesiydi. Bir transseksüel olarak Ersoy, Türkiye’deki homofobik nefret ve saldırganlığın sembolü haline geldi uzunca bir zaman. Cinsiyet değiştirme ameliyatı olduğu dönem, bugünle kıyaslayınca, ülkemizde eşcinselliğin ateşten gömlek olduğu bir dönemdi. Bülent Ersoy bir kadın olarak memleketine döndüğünde yaşanan infiali unutmak mümkün değil. Uzun süre, erkekler ne vakit birbirlerini aşağılamak ve ezmek isteseler, küfür eder gibi “ulan Büleeeent” diye seslendiler karşılarındakine.

Zeki Müren’in aksine kendisini kadın olarak niteledi Ersoy. İri memeleri, poposu, upuzun saçları ve gururla yanında gezdirdiği erkek sevgilileri ve evlilikleriyle homofobik saldırılara kafa tutarken, bir yandan da Allah’ın adını ağzından düşürmedi. Dini bayramları kutlamayı, geleneksel değerlere bağlılığını dillendirmeyi ihmal etmedi. Ezan okuduğu, dua ettiği videolar sosyal ortamlarda hala dolaşıyor. Onun kefareti, kendini koruma tarzı da bu muydu diye düşünüyor insan? İnançlı bir insan olup olmadığına, geleneklere bağlılığına yönelik bir sorgulama kimsenin haddi olamaz, ama kameralar önünde de dine ve ahlaka yapılan ısrarlı vurguda, muhafazakar kültüre tavizler vererek hayatta kalma çabasının etkili olması ihtimali var. Nitekim, ne zaman hizayı bozan bir çıkış yapsa, mesela zorunlu askerliği eleştirse, tarafına yönelen saldırganlıkla baş edebilmek için bu eleştirel duruşuna taban tabana zıt bir başka açıklama yaparak durumu kurtarmaya çalıştığını gördük hep.

Sözünü ettiğim mukaddesatçı tavrı, ille de direniş sanatları repertuarı içinde görmemek gerektiğini tekrar vurgulamak isterim. Bir insanın “norm dışı” sayılan bir cinsel kimliği olması, onun ille de eleştirel zekaya, muhalif bir tavra sahip olması, din ve geleneksel ahlak ile mesafelenmesi anlamına gelmez elbet. Ama bu bir tavize dönüşüyorsa, orda sorun var demektir.

Bitirirken Zeki Müren’e ve sergiye dönecek olursak, Müren’in dünyaca ünlü benzeri Liberace’in hayatı film oldu yakınlarda. Düşünüyorum da, Müren’in hayatı da filme yakışır. Ama tabii yine tabular, tedirginlikler, kamuoyu baskısı, şu, bu devreye gireceğinden eli yüzü düzgün bir şey ortaya çıkması zor.

Belki de Zeki Müren, memleketimizin bitmemiş hikayesi, tamamlanmamış projesi, inkar ile ikrar arasında salınan ruhudur, kim bilir?

Travesti Mahkumlar Yalnız Değildir!

Hapishanelerde yaşanan hak ihlallerine, insanlık onuruna aykırı tutumlara ve cinsel tacize karşı açlık grevine başlayan trans kadın mahpuslarla dayanışmak için İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nde İstanbul LGBTİ Derneği, Hêvî LGBTİ ve İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu ortak bir basın açıklaması düzenledi.

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nde, trans kadınlara yapılan hak ihlallerine ve cinsel tacize dikkat çekmek, onlarla dayanışmak için LGBTİ oluşumları İstanbul LGBTİ ve Hêvî LGBTİ’nin de katıldığı bir basın açıklaması düzenlendi.

Açıklamadan önce, İHD Cezaevi Komisyonu’ndan Hatice Onaran hapishanelerdeki hak ihlallerine değinerek tecritin ve tacizin asla kabul edilemez olduğunu belirtti.

Ardından Hêvî LGBTİ’den Asya Elmas basın açıklamasını okudu. Bafra T Tipi Cezaevi’ndeki trans kadınların 40 gündür açlık grevinde olduğunu hatırlatan Elmas, hapishanede sistematik biçimde cinsel tacize ve şiddete maruz kalan trans kadın Avşa’nın 60 gündür grevde olduğunu belirtti.

“Can güvenliği bahanesiyle sürgün”
2009’da Giresun İnfaz Kurumu’nda görevlinin cinsel istismarına uğradığı belirtilen Avşa’nın delillerle birlikte mahkemeye başvurduğunu belirten Asya Elmas, memurun hapis cezasına çarptırılırken Avşa’nın da can güvenliği bahanesiyle Tokat’a sürüldüğünü ifade etti. Tokat’ta da aynı insanlık dışı uygulamaların devam ettiğini söyleyen Elmas, Avşa’nın Niğde’ye devamında da Gümüşhane ve Bafra’ya sürüldüğünü kaydetti.

“Ortada taciz yoktur, çünkü Avşa travestidir”
Avşa’nın Kaos GL’ye yazdığı mektubundan alıntı yapan Elmas, Avşa’nın Bafra’da meydan dayağına maruz kaldığını belirtti. Avşa ise bu durumu mektubunda “Yüzüm gözüm tanınmayacak hale geldikten sonra hastaneye gönderilmeyip kurum revirince basit bir raporla geçiştirilmek istendi. Ancak olay günü olan 23 Aralık 2013 tarihinden bir gün sonra fenalaşmam ile acilen Bafra Devlet Hastanesi’ne kaldırılıp tedavim yapılarak detaylı rapor verildi. Ve kurumdaki bazı personel ve idareciler yanıma gelerek bana saldıran memurun psikolojik sorunları olduğunu, antidepresan ilaçlar ile ayakta durduğunu, şikayetimden vazgeçmemi, aksi takdirde tarafım için iyi olmayacağını söylediler” sözleriyle aktardı.

Kamera kayıtları ve hastane raporlarına rağmen Avşa’nın şikayetlerinin kovuşturmaya gerek olmadığı gerekçesiyle geçiştirildiğini kaydeden Elmas, “Ortada taciz yoktur, çünkü Avşa travestidir! Travesti oluşundan ötürü taciz hayatın olağan alışına aykırıdır, mümkün değildir!” sözlerini kınadıklarını açıkladı.

“Trans kadınlar yalnız değildir”
“Bütün bu yaşadıklarından sonra açlık grevine giren Avşa ise mektubu yazdığı sırada açlık grevinin 60. günündeydi ve bu süreçte 22 kilo kaybetti” diyen Asya Elmas, mahpushanelerde trans kadınların uğradığı her türlü şiddetin birinci dereceden sorumlusunun adalet bakanlığı ve hükümet olduğunu ifade etti. Avşa Erkuş ve tüm trans kadın mahpuslara uygulanan baskılara derhal son verilmesi gerektiğini belirten Elmas, “Trans kadın mahpuslar yalnız değildir” sözleriyle açıklamayı sonlandırdı.

“Tecrit içinde tecrit kabul edilemez”
Açıklamanın ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan İstanbul LGBTİ Derneği’nden Çîrûsk Arat ise, yaşananların peşini bırakmayacaklarını ve milletvekillerinden oluşan bir heyetin durumu izlemek üzere Avşa’nın bulunduğu cezaevine gideceklerini açıkladı. LGBTİ’ler için yapılacak cezaevlerine ilişkin soruyu değerlendiren Arat, “Tecrit içinde tecrit uygulamasına karşıyız. Tüm bunları kamuoyu oluşturarak, kampanyalarımızla önleyeceğiz” açıklamasında bulundu.

İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu’ndan katılan Seza Horoz ise, Avşa’nın ve diğer trans kadın mahpusların durumunu “Dışarıdaki tecrit içeri taşındı” sözleriyle değerlendirdi. Hapishanelerdeki hak ihlallerinin Afrika’da translara uygulanan idamdan farklı olmadığını kaydeden Horoz, en önemli unsurun zihniyetle mücadele etmek olduğuna dikkat çekti.

Güne Travesti Cinayet Haberiyle Uyanmak!

Biz bir kelebek ömrü kadar kısa olan hayatımız boyunca kendi kendimizi defalarca öldürdük zaten. O yüzden fazla sevinmeyin…

İrma uzun zamandır evinin eşiğinden içeri girip kapısını geceye kapattığı anda, dudaklarından “çok şükür bu gece de sağ salim evime gelebildim” cümlesi dökülürdü. Yine aynı seremoniyle içeri adım atmaya koyulmuştu ki, nedense vazgeçti. Dudaklarında, dilinde kalbinde, çantasında daha dün gece işlenen cinayetin tazeliği ağırlığı vardı. Her gün yeniden öldürülenlerin, ölümde hayat bulanların Tanrı’ya bir borcu olmasa gerekti. Kısa süre sonra pişman olup “tövbe, tövbe” deyip kendine kızdı, iç çekti. Bu düşünceler içinde ayaklarını yorgunluğunu ardından çeke çeke salona geçip ışığa basmıştı ki, onu fark etti. Lambanın etrafında “hoş geldin” dercesine dans eden kelebeği. Bu davetsiz misafir, kimsenin pek çalmadığı kapısına misafir geleceğine de işaret olmasa gerek diye düşündü İrma. Gündüz pencereyi açık bırakmıştı hepsi bu..

Sonra nedense aklına Ebru Kırancı’nın arkadaşları Çağla’nın öldürüldüğü sabah, “Ya Allah için biriniz ’Güne cinayetle uyanmak’ başlıklı bir yazı kaleme alsın” deyişi geldi. Üşüdüğünü hissetti. İçinden “Hassiktir! Hangi güne, hangi cinayete ve büyük olasılıkla gelecekteki hangi gün ve cinayetlere” diye geçirdi. Yine bir daha ürperdi. Gözleri tavandaki lambaya ilişti, kelebek deli divane pır pır dönüyordu hâlâ, pır pır atan kalbine eşlik edercesine. Ve hay aksi yine o meşhur takıntı! Bir anda kendini kelebeğin turlarını sayarken buldu: Bir, iki, üç…

On beş’te durdu İrma. Öyle ya daha bugün konuşulmuştu bu ülkede her yıl ortalama 15 transın öldürüldüğü. Ne olduysa klavyeyi önüne çekmesi ve yazmaya başlaması bir oldu. Edebiyata eşlik ettiğinden hep şüphe ettiği o klavye güne cinayet haberiyle başlamayı anlatan bir yazıya ev sahipliği yapabilir miydi? Denemekten bir şey kaybetmezdi herhalde. İrma bir gözü kelebekte, bir gözü tuşlarda öylece güne cinayetle uyanan “ötekilerin” mazisine çoktan dalmıştı bile… Öyle ki tuşlara basmasıyla kendini bir anda Kurtuluş Eşrefefendi Sokak Amber Apartmanı’ndaki o küçücük gün güneş görmeyen tek göz evde bulması bir oldu. Yıllarca gazetecilik yaparak biriktirdikleriyle aldığı ve adeta mezarı olan sevgili Baki’nin evinde. Hani katilinin 38 bıçak darbesiyle öldürdüğü gazeteci Baki’nin. Nasıl bir hınç nasıl bir nefretti o. 38 bıçak darbesi hangi toplumsal ikiyüzlülüğü öldürmeye yeminliydi. Geride “Dicle’ye akıtacağımız 38 gözyaşı” kalabilmiş miydi, diye geçirdi içinden İrma, biz kalanlara…

Hassiktir deyip klavyeyi itti! Bir sigara yakıp yıllar öncesine gitti. İrma Baki’nin bir sokak yakınında oturuyordu o sıralar. Ve Baki’nin ölüm haberi ancak bir hafta sonra evden gelen kokular üzerine öğrenilebilmişti. “Nasıl bir sistem, nasıl bir yalnızlık bu” diye geçirdi içinden. Sonra Hadise geldi aklına…”Aşk olsun sevgili Ebru ben şimdi nasıl yazayım, daha 18’inde olan Hadise’yi… Ah be Ebru, o daha hayata henüz merhaba demişti. Nasıl anlatayım 18’inde bizleri kendi cinayet haberiyle uyandırdığını. Ya da bir türlü uyandıramadığını. Ben Hadise’yle tanıştıktan üç gün sonra cinayet haberini duydum Ebru” diye geçirdi. Elindeki sigarayı küfredercesine söndürüp sırtındaki tonlarca yük ağırlığıyla yatağa attı kendini. Gözlerini yumarken, “Peki sevgili Ebru, ya hiç haberimiz olmayan kimsesizler mezarlığına gömülenleri nasıl anlatayım. Dahası senin uyandığın cinayet haberli günlerini” diye düşündü.

Yeni bir güne elindeki kahve fincanıyla ayılmaya çalışan İrma, mutfak kapısının önünde öylece yatan kelebeği bu kez yerde görüp İrkildi. Kahretsin bu daha dün gece tavandaki lambanın etrafında dans eden kelebekti. “Al işte be Ebru güne yine ölüm haberiyle uyandık. İyi mi?” sözlerini İrma içinden mırıldandığını sanmıştı oysa büyük ihtimalle bütün apartman olmasa da yan komşusu duymuştu. Sonra nedense aklına o müthiş benzetme geldi: “İstanbul Travesti dediğiniz tırtılın kelebeğe dönüşmüş halidir ve kelebeklerin ömrü kısa olur!” O anda bir daha Hadise’yi düşündü. Acaba bu kelebek o olabilir miydi? Kim bilir? Kahve fincanını bıraktı, yerde öylece yatan kelebeği (Hadise) avuçlarına aldı, usulca okşadı, ne yapsam diye düşünürken, aklına daha bir gün önce Çağla’nın cansız bedenine dokunmaktan çekindikleri için ceset torbasına konulup taşıma işlemini arkadaşlarına yaptıran polisler geldi. Avucundaki Hadise’ye bir daha sevgiyle, merhametle usulca dokundu. Bir fatiha okudu. Peşinden bir Ayetil Kürsi… Sonra bir koşu teras katına çıktı. Avucunu açtı, derin nefes çekip Bismillah eşliğinde usulca Hadise’ye üfledi. Öylece döne döne boşlukta kaybolup gitti kelebek.

İçine garip bir huzur doldu. İçine düşen bu huzurla İrma, öylece oturup sokağa günün telaşına kapılanlara derin sessiz dalıp dalıp seyre koyuldu. Bir sokağa bir teras kapısının camına düşen aksine. Saçlarını bağlarından sıyırıp dağıttı, cama bir daha baktı ve hâlâ çok güzel olduğunu düşündü. Belki eskisinden de güzel. Bu özgüvenle yeniden kenti seyre daldı. Gözüne kentsel dönüşümün eseri yeni binalar takılmıştı ki, kendini o meşhur takıntının içinde buldu: Bir, iki, üç… İrma bu kez 38’de durdu Ebru! Kendi hayat serüveninde durmuş ama irkilmemişti nedense. İrma’yı irkiltmeyen kendi cinayet haberiyle güne uyanmak fikriydi. Bir kelebek olup bir geceliğine bir eve misafir olmak fikri, nasıl bir şeydi acaba? Bütün mahallenin duyacağı bir kahkaha patlattı: “Hassiktir 38’inde kelebek mi olur?” Ölümle de olsa bak işte yine İrma güne uyanmıştı, her şeye inat uyanabilmişti. İrma olmuştu.

Ve sevgili Ebru, İrma öyle neşelendi ki, potansiyel katiline nasıl seslenebileceğini bile planladı: “Hey sen: Biz bir kelebek ömrü kadar kısa olan hayatımız boyunca kendi kendimizi defalarca öldürdük zaten. O yüzden fazla sevinme. Sen benim sürgün hayatıma sadece bir şeref golü atmış oldun bebek. 38’e 1 öndeyim hâlâ!”

error: İçerik Çalmak Emeğe Saygısızlıkdır . İsteyin Verelim.
ankara travesti | istanbul travesti | istanbul travesti | istanbul travesti